Kitabı okumamış ya da eleştirilerine hiç denk gelmemiş olduğumdan dolayı hakkında bilim kurgu ve/ veya gerilim türü bir roman olduğu dışında pek bir şey bilmiyordum. Karikatürize edilmiş; boynu civatalı yaratığı – Kitabı okuyuncaya kadar Frankenstein’in o olduğunu zannediyordum.- biliyordum elbette. Bir de yazarı Mary Shelley’in Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi başyapıtının sahibi Mary Wollstonecraft’ın kızı olduğunu okumuştum kitabın arka kapağında. Kitabın ismini “Feminist Okumalar” listesinde gördüğümde bağlantıyı kuramasam da vardır bir bildikleri diyerek Can Yayınlarından Duygu Akın çevirisiyle çıkmış basımını okudum. Etkilendiğim telif kitaplarda çoğunlukla yaptığım gibi ikinci bir çeviri okumak istedim ve Arion Yayınevinden Elif Özsayar çevirisiyle çıkmış olan basımı edindim kütüphaneden. İki çeviri arasında Elizabeth’in aileye katılışı dışında hatırı sayılır bir fark yoktu. İkisini de okumak çok keyifliydi.

Elizabeth’in aileye katılışı orijinal kitapta nasıl işlenmiş merak etmedim değil. Duygu Akın’ın çevirisinde, yaptığı evlilik sonucu yoksulluktan kurtulan Caroline Frankenstein, yoksul ailelere yardım etmeyi bir görev olarak görüyor ve çevresindeki yoksul evleri sık sık ziyaret ediyor. Elizabeth’le de böyle bir evde karşılaşıyor. Bir düzine çocuğun içinde pırıl pırıl parlayan ve oraya ait değilmiş gibi görünen bu güzeller güzeli kız çocuğunu görür görmez vuruluyor. Biricik oğluna eş olarak yetiştirmek istediği bu güzel kızı evlat ediniyor.

Elizabeth’in bir yavru kedi gibi “seçilişi” diğer çeviride bir zorunluluk olarak verilmiş. Bay Frankenstein’in kız kardeşinin kızı olan Elizabeth annesini kaybettiğinde babası başka bir kadınla evleneceğini ve kızı yanlarına almalarının daha uygun olacağını bildiriyor Frankenstein ailesine. Elizabeth böylece aileye katılıyor. Bu çeviride de Elizabeth’in ileride Genç Frankenstein ile evlenmesi planlanıyor fakat bu çeviride diğerinin aksine tesadüfen bir araya getirilmiş çocuklar değil birinci derecede kuzenler. Dolayısıyla ilk çevirideki hikaye daha makul görünüyor.

Her iki kitapta da Elizabeth anlatıdaki diğer çocuklar gibi annesiz. Kitap ölüm teması çevresinde -özellikle ailenin ölümü- dönüyor zaten ve hemen hemen bütün çocuklar bir şekilde annelerini kaybediyorlar. Bunun Mary Shelley’in annesini henüz on bir günlük bir bebekken kaybetmesiyle ilgisi olduğu muhakkak.

Henüz birkaç günlük bebekken hayatına giren ölüm yakasını bir türlü bırakmamış Mary Shelley’in. Gençlik döneminde iki kadın tanıdığı intihar ediyor; ikisi de öldüklerinde hamileler. Böylece annelik ve ölüm ya da doğum ve ölüm zihninde eşleşmiş olmalı.

Bu ikilik kendi çocuklarının doğumunda da varlığını sürdürüyor ve onu en çok etkileyen ölümlerden biriyle; kızının doğumdan birkaç gün sonra ölmesiyle kendini hatırlatıyor. Yalnızca bir yıl sonra doğan William da ancak üç yıl yaşayabiliyor. William iki yaşındayken doğan Clara ise ağabeyinin hemen peşinden hayata gözlerini yumuyor.

Kitapta Frankenstein’in dilinden dökülen kelimeler Mary Shelley’in bu ölümlere isyanı gibi;

Neden ölmedim? İnsanoğlunun düşebileceği o en sefil halde neden unutuşun uykusuna gömülmedim? Ölüm, üzerlerine titreyen anne babaların tek umudu olan, henüz yaşamlarının baharındaki birçok çocuğu çekip alıyordu; daha dün sağlık ve mutluluk içinde yaşayan ne çok gelin, ne çok genç sevgili, bir gün sonra mezarda solucanlara yem oluyordu. Ben nasıl bir maddeden yapılmıştım ki ıstırabımı bir tekerleğin dönüşü gibi sürekli yenileyen bunca sıkıntıya dayanabiliyordum? Ne yazık ki yaşamaya yazgılıydım.

Çağdaşı olan eleştirmenler tarafından Frankenstein ailesinin katledilişi Mary’nin babasına ya da kocasına yönelik bastırılmış öfkesi olarak değerlendirilmiş.

Frankenstein’in dilinden dökülen bu sözlerin bende bıraktığı etki ise yaratıcısının -ya da annesinin- onu terk ettiğini düşündüğü -tıpkı Frankenstein’in kendi yarattığını terk edişi gibi- ve acı içerisinde yaşamak zorunda bırakılışının yansıması olduğu yönündeydi. Belki kendisi bunların öcünü kendi yaratıcısından alamadığı ve ona acı çektiremediği için Frankenstein’in yarattığı iblis (ya da ucube ya da şeytan) kendi yaratıcısından öç almayı başarabiliyordu.

Zira Ucube yaratıcısına şöyle sesleniyor;

Her yerde saadet görüyorum. Bir tek ben, kesin ve değiştirilemez bir şekilde saadetten men ediliyorum. İyilik ve hayırseverlik duyguları ile doluydum ama acılar beni canavar yaptı.

Bastırılanın ortaya çıkışı mı yoksa büyük bir hayal kırıklığının yansıması mı bilinmez ama kitabın özünde bir isyan olduğu kesin.

Fakat yazar bunun planlanmış bir isyan olmadığını yazıyor. 1831 basımındaki ön sözünde hikayeyi yazmaya gördüğü bir kabustan sonra karar verdiğini anlatıyor: Kocası Peter Bysshe Shelley ve aile dostları Lord Byron’un bir sohbetine şahit olmasıyla başlıyor kitabın yazılış hikayesi. Yaşam prensibinin sırrının günün birinde keşfedilmesi ihtimali üzerine konuşan Shelley ve Byron, bu konuda yapılan deneylerden de bahsediyorlar. Konuşma Darwin’in bir parça şehriyeyi bir kavanozda bekletmesi ve bir süre sonra hareketlendiğini gözlemlemesi gibi örneklerle hayatın bir şekilde kendi kendine başlatılabileceği ya da cesetlere yeniden can verilebileceği üzerine sürüp gidiyor. Mary gece yattağına yattığında birden aklında bir canlanış hikayesi oluşmaya başlıyor ve bir korku masalı olarak yazmaya başladığı bu hikaye bir romana dönüşüyor. Kaybedilenlerin yeniden yaşama dönmesi yönünde bir istek ya da ölümlere yönelik bir isyan olmasa böyle bir hikaye ortaya çıkar mıydı bu sohbetin üzerine, sanmıyorum. Zira kitabın kahramanı Frankenstein bir ölüyü canlandırma tutkusunu annesinin ölümü üzerine -tıpkı Mary Shelley gibi- ediniyor. Ama yazarın anlattığı hikayede okurken düşündüklerimden pek bahsedilmiyor.

Ben yine de “her okur kendi kitabını yazar” geleneğinden hareketle zihnimde oluşan kitabı en sevdiğim kitaplar arasına kaydettim.

Frankenstein’in yarattığı –ya da can verdiği– ucubenin –kitapta pek çok şekilde bahsediliyor fakat ben ucube olarak bahsedeceğim– bir çocuğu, Frankenstein’in ise bir ebeveyni temsil ettiği düşünülebilir. Rahatlıkla kendisini dünyaya getirenler tarafından terk edilen bir çocuğun haklı öfkesi olarak okunabilir kitap. Ucube, Frankenstein ile her karşılaşmasında ya da yalnız bırakıldığı yaşamın içerisinde canı her yandığında

Lanet olası yaratıcı! Kendin bile tiksinerek sırt çevirdiğin korkunçlukta bir ucubeyi neden yarattın?

diyerek isyan ediyor. Tıpkı ebeveynini suçlayan bir çocuk gibi. “Beni dünyaya getirmeni senden ben istemedim. Bana sormadan beni getirdiğin bu dünyada mutluluğumdan sorumlusun. Beni mutlu et” diye yalvarıyor. Yalvarışları karşılık bulmadıkça öfkeleniyor.

Bebekken beni izleyen bir babam, beni sevip okşayan güler yüzlü bir annem olmamıştı.

Ya da düpedüz insanın kendisi olarak görebiliriz ucubeyi. Zira kitapta insanlığın gelişim süreci ucubenin gelişimi üzerinden gözlenebiliyor. Önce kendini doyurmayı, barınmayı öğreniyor. Sonra konuşmayı, okumayı. Ve akabinde kaçınılmaz o soru geliyor;

Neyim ben? Bu soru tekrar tekrar zihnimde beliriyor.

Kitabın son sözünde yazdığına göre eleştirmenlerin bazıları kitabı bu yönden yani dünyaya salıverilen ve yalnız başına bırakılan Adem ve yaratıcısının üzerinden okumayı tercih etmiş. Adem’in doğayı yenme çabasına karşılık olarak karakterin yaratıcısını yenme çabasını koyan bu anlayış kitapta

Sen yaratıcımsın ama ben efendinim. İtaat et!

cümleleriyle karşılık buluyor. Ucubenin yaratıcıya kendisine bir eş yaratması için yalvarışı da Havva’nın yaratılışıyla ya da yaratılma ihtiyacıyla ilişkilendirilmiş. Fakat kitaptaki yaratıcı kontrolünden çıkan ve gücünden korktuğu bu canlının bir benzerini yaratmayı reddediyor. Bu da feminist eleştirmenlerce bir erkek dünyası yaratma düşüncesi olarak yorumlanmış. Yine bazı eleştirmenler anlatıyı bir erkeğin tek başına çocuk sahibi olması üzerinden değerlendirerek kadınsız dünya eleştirisi olarak yorumlamışlar.

Kitabı insanlığın ya da insanın doğumu üzerinden okumak ucubenin yorumlanmasında fazlaca bir ayrıma yol açmıyor aslında. İnsan her şekilde kendisini dünyaya getiren -ebeveyn ya da yaratıcı- tarafından kabul edilmeyi, görülmeyi ve sevilmeyi istiyor.

Kitaptaki bir diğer çarpıcı husus da kötülüğün bir seçim olarak verilmesi. Fakat aynı kötülüğü yapan kişilere farklı yaklaşılması.

O günden sonra kötülük benim doğrum oldu. Bu noktaya kadar geldikten sonra doğamı kendi isteğimle yaptığım seçime uydurmaktan başka çarem yoktu. Şeytanca planlarımın sonunu getirmek benim için vazgeçilmez bir tutku olmuştu.

diye anlatıyor ucube yaptığı seçimi fakat aynı zamanda insanların kendisinin seçimine benzer seçimler yapan türdaşları için aynı tepkileri vermediğinden, iki yüzlü davrandığından yakınıyor.

Bütün dünya bana karşı günah işlemişken suçlu damgası yiyen bir tek ben mi olmalıydım? Beni kapısından hakaretlerle kovan Felix’ten neden nefret etmiyorsun? Çocuğunun kurtarıcısını öldürmeye kalkışan köylüye neden lanet okumuyorsun? Ama yok, onlar faziletli, lekesiz varlıklar bense tekmelenip hakaret görmek, insafsızca ayaklar altına alınmak için var olan eksik bir yaratık, başarısız bir denemeyim.

Bunlar ana hatlara haiz olan her okur tarafından kolaylıkla yapılabilecek yorumlar fakat bir de işin diğer tarafı var: erkeklerin çıkarttığı savaşta zarar gören kadınlar ve çocuklar. Victor Frankenstein erkek bir bilim insanı ve yarattığı ucube de erkek. İkisinin arasındaki savaş en çok kadınlara ve çocuklara zarar veriyor. Tıpkı gerçek dünyadaki gibi.

Öte yandan ana karakterlerden olan üç kadının ölümünün kadının gerçek dünyada yok edilişini sembolize ettiğini de düşünüyorum. Zira bu kadınlardan biri olan Caroline Frankenstein, bakım verme ihtiyacı nedeniyle hayatını kaybediyor. Justine Moritz; kilisenin (dinin, toplumun) baskısı nedeniyle. Ve Elizabeth Frankenstein de evlendiği gün, evliliği nedeniyle. Kadının sosyal yaşamdaki katilleri olarak sayılabilecek bu üçlü üç ana karakteri öldürüyor.

Üç kadın için de aile kurmak kurtuluşun ve mutluluğun başlangıcıymış gibi görünse de sonları oluyor. Evlilik kadınlar için bir kurtuluş olarak ortaya çıkıyor kitapta. Örneğin Müslüman bir genç kız olan Safie,

yeniden Asya’ya dönmek, yüksek fikirlere ve soyluca bir erdem arayışına alışkın mizacına hiç uygun olmayan boş eğlencelerden başka bir şeyle meşgul olmasına izin verilmeyen bir yaratık olarak harem duvarları arasına hapsedilmek düşüncesi

nedeniyle bir Hıristiyanla evlenmeye ve toplumda yer alabileceği bir ülkede yaşamaya karar veriyor.

Fakat bu evlilikler beklendiği üzere mutluluk getirmiyor. Mary’nin kendi evliliği gibi.

Kitapta genel olarak mutluluk yok zaten. Mary’nin kendi yaşamı gibi.

Mary, 11 günlükken annesini kaybetmişti. 17 yaşındayken babası tarafından evlatlıktan reddedilmişti. Dolayısıyla kendisini dünyaya getirenler tarafından terk edilmişti. 18 yaşında ilk bebeği 11 günlükken öldü. 19 yaşında hasta bir çocuk olarak dünyaya gelen William’ı kucağına aldı. Bu arada en yakın arkadaşı ve üvey kardeşi Fanny intihar etti. Bu kitap bunların üzerine yazıldı. Dolayısıyla Mary Shelley’in kendisini dünyada yalnız hissetmesine yetecek, ölenleri canlandırmak isteyecek ve isyan edecek çok fazla nedeni vardı. Kitabın her sayfasında görüldüğü gibi.

Reklam

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s