Simone de Beauvoir’in âşık olduğu tek erkek olduğunu söylediği yazar Nelson Algren’e yazdığı mektupların derlendiği “Aşk Mektupları” kitabını bitirdim. 1947 – 1964 yılları arasında yazılmış üç yüz dört adet aşk mektubu. Sadece aşktan değil Fransa’nın, Amerika’nın entelektüel çevrelerinden, Beauvoir’in, çoğu arkadaşı olan büyük yazarlar hakkındaki görüşlerinden ve dönemin bazı önemli olaylarından da bahsedilen mektuplar bunlar. Yalnızca Beauvoir’in yazdıklarını okuyabiliyoruz fakat kitapta. Karşılıklı yazılmış hallerini tercih ederdim elbette fakat telifle ilgili sorunlar nedeniyle yalnızca tek taraflı olarak okuyabiliyoruz.
İkinci Cins gibi feminizmin temel kitaplarından birini yazmış, -sanırım katıldığı tek program olan- Jean-Louis Servan-Schreiber’in 1970’lerde yayınlanan Questionnaire programındaki o ciddi yüzlü kadının aşk mektuplarında “küçük kurbağan” imzasını kullanabilmesi, aşkı için bir erkeğe yalvarması ve diğer kadınlar hakkında yazdıkları beni epeyce şaşırttı. Kaldı ki ben feminizmin (bana sıkça söylendiği gibi: hem feminist hem aşık olamazsın, evli feminist mi olur, feminist olmak için fazla frapan değil misin? Vıdı vıdı…) hatta hayatın kesin sınırları olduğuna inanan biri de değilim.
Kişinin birine olan sevgisini sadece kafasında değil bedeninin yaşayan herhangi bir parçasında hissetmesi müthiş bir şey. Yazmak öpüşmek kadar güzel değil, hatta biraz yavan, yalnız ve hüzünlü ama hiçbir şey yapmamaktan iyidir. Başka bir seçeneğim de yok zaten. Görüyorsun işte aklıma ne gelirse yazıyorum, hoşça kal dememek için aptalca şeyler yazıyorum
Simone de Beauvoire
Yaşamına dair daha çok ipucu okuyacağımı, fikirlerinin inşa sürecini göreceğimi ve kitaplarının yazılış sürecini takip edebileceğimi düşünmüştüm aslında altı yüz küsur sayfalık bu kocaman kitabı okumaya başladığımda. Onun yerine bir aşkın doğuşunu, zirveye çıkışını ve batışını izledim.
Mektuplar önce birbirlerini tanımaktan ne kadar mutlu olduklarından bahseden daha çok arkadaşça sayılabilecek bir iletişimle başlıyor. Birbirlerinden neden bu kadar etkilendiklerini ve vakit geçirmekten nasıl bu kadar zevk alabildiklerini anlamaya çalışıyorlar. Aralarında koca bir okyanus varken bir ilişki yaşayıp yaşayamayacaklarını tartışıyorlar ve Simone de Beauvoir giderek tek aşkım, kocam, gerçek sevgilim moduna geçiş yapıyor. Çılgın bir âşık oluveriyor. Büyük bir aşkla kavuşmayı bekliyor, ayrılırken delice ağlıyor, sevdiği erkeği kendine daha yakın hissedebilmek için dilini öğrenmeye ikna etmeye çalışıyor. Bu esnada “kadınlar hakkında bir kitap” yazmaya karar verdiğinden bahsediyor şöylece, üstün körü. Kendini bu aşktan sıyırması ve Fransız entelektüel ve siyasi hayatıyla, kitaplarıyla ve arkadaşlarıyla yeniden ilgilenmesi gerektiğinin farkında ve bunu dile getiriyor -ve ben de hevesle bekliyorum- fakat aralarındaki ilişki zayıflamaya başlayıncaya kadar bunda pek başarı sağlayamıyor. Karıcığınla, kocacığımla, öpüşmelerle, özlemlerle ve hayallerle ilerliyor uzunca bir süre.
Yine de arada okuduğu kitaplardan, izlediği filmlerden ve arkadaşlarından bahsettiği satırlarda istediğimi az da olsa alıyorum. Kişiliği ve aşkı arasında kaldığı, kendini bu yeni hayatı içerisinde konumlandırmaya çalıştığı fakat sevdiği erkeğe yazmaya başladığında kendini kaptırdığı belli olan mektuplar bunlar. Belli ki okurların şaşırdığı kadar o da yazdıklarına şaşırıyor. Tüm hayatını yazmasını istiyor sevdiği erkekten, attığı her adımı, aldığı her nefesi. Mektuplarını tüm kitaplardan daha çok sevdiğini söyleyecek kadar kendini kaybediyor. Fakat sonra kendini toparlıyor; boş bir kadın değilim, diyor. Okuduğu kitaplardan, izlediği filmlerden, Fransa’da olup bitenlerden bahsetmeye başlıyor.
Varoluşçuluk’la ilgileniyorsun, Yabancı’nın yazarı Camus daha yeni çok ilginç bir kitabı yayımlandı. Adı Veba. Oran’daki veba salgını ana konu ama aslında Alman askerlerinin Paris’i işgali anlatılıyor. Yazar bu korkunç hastalığı, hastalığın pençesindeki şehrin yalnızlığını, salgın korkusuyla şehrin kapılarının kapanışını, bazı insanların korkaklığını, bazılarınınsa cesaretini anlatıyor. Bütün bunlar yoluyla insan hayatının anlamını, mantığını ve bunu kabul etmenin yolunu anlatıyor. Anlattığı her şeye katılmıyorum; ama Fransız dilini çok iyi kullanıyor, kitabın bazı bölümleri çok etkili ve insanı kalbinden vuruyor.
Büyüdüğü evden pek hoş bahsetmiyor. Fakir bir evde, birbirleriyle iletişim biçimleri kavga etmek olan ebeveynlerle büyümüş ve bunun hayatına etkisini şöyle yazıyor, evden ve iyi bir eşin yaşamına ilişkin her şeyden delicesine korkarım. Sonraları sınavları geçip bir öğretmen olduğumda otellerde yaşamayı tercih ettim, bu hep hoşuma gitti. Kendine ait bir evi olmasından ve “tepeden tırnağa sana aitim” dediği erkekle bile birlikte yaşamaktan bu nedenle bu kadar çekinmiş olmalı. Ebeveynlerininki gibi bir ilişkinin içerisinde bulunmak bazen kâbusu olabiliyor insanın.
Olduğu kişi olmasına katkı sağladığını düşündüğü Sartre’ın Nelson tarafından kıskanılmasından da hem çok hoşlanıyor hem de onunla arasında dostluktan öte bir şey olmadığına dair güvence vermeden edemiyor sevgilisine: Bir keresinde bana “ruhsal açıdan” başkasına ait olmamı istemediğini söylemiştin, Sartre’ la aramızdaki “ait olma” falan değil. Ama bugün bulunduğum yerdeysem bu Sartre’ ın sayesindedir. Gerçi ben de onun o yere gelmesine yardım ettim. Böylece o büyük gizeme de ışık tutmuş oluyor: aşıklar mıydı, evliler miydi?
Kendisi olmasında, fikirlerini bulmasında katkısı olan pek çok insan var ve mektuplarında sevdiği adama cömertçe anlatıyor bunları. Saygı duyduğum tek kişi dediği Yaşlı Hanımefendi için yazdıkları kadınlarla ilgili fikirlerinin temellerini de gösteriyor: Bir erkeğe tutunmayan, sadece nefes almak için bile bir erkeğe ihtiyaç duymayan (Fransa’ da böyledir ilişkiler, Amerika’ da da böyledir herhalde) tanıdığım tek kadın o. Bencilce değil ama tek başına yaşamayı beceren kadınlara hayranım.
Her mutsuz çocuk gibi o da kendi kendini oyalamanın en kolay yolunu; gözlemlemeyi bulmuş ve zamanla da buna alışmış. Herkes hakkında gözlemleri var. Fakat çok az insanı seviyor. Sevdiği insanları da gerçek bir sadakatle ve bağlılıkla seviyor. Bütün duyguları o kadar derin yaşıyor ki yazdıklarının neden bu kadar etkili olduğunu -kendisi hiçbir zaman anlayamamış ama- anlıyorsunuz.
//www.instagram.com/embed.js